top of page
Copy of Friday (Instagram Post) (2).jpg

Bir Perde Olarak Depresyon:
Görünenin Arkasında Ne Var?

18 Ocak 2025

Modern psikiyatri ve psikoloji, depresyonu genellikle DSM (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) gibi tanı kılavuzları temelinde ele alır. Bu yaklaşımlar, depresyonu belirli semptomlarla sınırlandırır: iştahta değişiklik, enerji kaybı, uyku sorunları, çaresizlik hissi, ve intihar düşünceleri gibi. Depresyon, çağdaş söylemde şikâyetleri düzenleyen ve popüler bir açıklama çerçevesi sunan bir “kapitone noktası” işlevi görür (Vanheule, 2024, s.69). Lacan depresyonun tıbbileştirilmesini eleştirir, onu bir hastalık olarak değil, konuşma ve beden arasındaki etkileşimin/çatışmanın bir tezahürü olarak görür. Lacancı yaklaşım, depresyonu bu biyolojik ve davranışçı çerçevelerin ötesinde, özne ve arzusuyla olan ilişkisi üzerinden anlamlandırır.

Stephanie Swales (2024), Depresyon yeniden gözden geçiriliyor: Bien-dire, nevrotik çatışmalar ve arzu adlı metinde depresyon perdesinin arkasındaki belirgin olarak öne çıkan üç görünümden bahseder. 

 

İlk olarak etik bir başarısızlık olarak beliren depresyondan bahseder. Depresyon, Lacan’ın (1990) “etik bir zayıflık” kavramıyla, özellikle de konuşma yoluyla bilinçdışıyla yüzleşmedeki başarısızlıkla karşımıza çıkar. Buna göre, depresyondaki özne cehalet tutkusuna yenik düşerek kendisiyle ilgili konuşma zahmetinden kaçınır. İş yerinde kendisini mutsuz hisseden biri, mutsuzluğunun sebeplerini sorgulamak yerine kendisini ‘başarısız’ olarak yaftalayabilir. Kendine yönelik suçlamaları, işyerindeki problemleri ya da kendi arzularını anlamak için bilinçdışıyla yüzleşmek yerine, bunları konuşmaktan kaçınmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kendisini konuşmaya  zorlayan her türlü sorudan kaçar ve bu kaçış depresyonun sürmesine neden olur. Lacan’ın değindiği, Vanheule’nin de (2024) Gösteren ve Gerçek Arasında: Depresif Deneyimler Üzerine metninde vurguladığı gibi, “Özne, kişinin kendisini bir özne olarak ortaya koymasının biricik aracı olan konuşmayı yeterince kullanmamakla hata yapmıştır.” Lacan, burada Dante’nin “İlahi Komedyası”na bir gönderme yapar; “Inferno” bölümünde Dante, konuşmamak ve üzüntü arasında bir bağlantı kurmaktadır. Peki ya, özne neden konuşmamaktadır, bu nasıl gerçekleşir? Acı çeken öznenin, acı çektiği afektler üzerine çalışabilmesi için gereken simgesel kaynaklar eksiktir. Lacan’ın zorluk/hareket matrisinde, zorluk vektörü simgesel eklemlenmeyi, hareket vektörü ise dürtü yoğunluğunu temsil eder. Depresyonda, dürtü enerjisinin simgesel yapılara eklemlenmesinde adeta bir set oluşmuş gibidir. Özne, ketlenir, arzusu yapısal olarak engellenir, özne kendini ifade etmeyi askıya alır ve amaçsızlık deneyimi üretilir. Bu durum durgunluğa, monotonluğa sebep olurken, hiçlikle, donakalmışlıkla ve “dışlanmış” konumla özdeşleşmeye doğru gider (Lacan, 1975, aktaran Vanheule, 2024, s. 78). Fransız psikiyatristler Ey ve Minkowski depresyonu üzüntü, engellenme ve ahlaki acı ile ilişkilendirir ve özünde zamansal bir düzensizlik yattığını söyler. Depresyon, yavaşlama, durgunluk ve yaşamdaki ritim kaybını içeren bir “zaman hastalığı” olarak görülmektedir (Vanheule, 2024, s. 71).

 

Swales’in (2024) değindiği ikinci görünüm ise bilinçdışı çatışmalar/nevrotik bir çatışmanın gizlenmesidir. Nevrotiklerde depresyon genellikle Öteki'ne karşı duygusal yer değiştirmelerle (örneğin, nefretin suçluluğa veya kendini suçlamaya dönüşmesi) birlikte ambivalansı gizler. Bir kadın, annesine duyduğu öfkeyi ifade etmek yerine, kendisini suçlayarak "Ben kötü bir evlâdım, annemi memnun edemiyorum." düşüncesine saplanabilir. Öfke, suçluluk ve kendini suçlamaya dönüşerek bir yer değiştirme geçirir. Böylece, bu kadının depresyonu, annesine karşı duyduğu sevgi ve nefretin çatışmasını gizleyen bir perde haline gelir. Histerik kendini inkâr ederek jouissancetan kaçınırken, obsesyonel bir kişinin mücadelesi kontrol ve Öteki'nin hazzı üzerinde yoğunlaşır. Histerik bir kadın, partnerinin onu sürekli ihmal ettiğinden şikâyet eder. Ancak kendi arzularını ifade etmekten kaçınır, çünkü bu durumdan duyduğu hazdan korkar. Histerik yapıda depresyon, kişinin kendi hazzını inkâr ederek, sürekli Öteki’nin arzusunu tatmin etmeye çalışmasıyla daha da derinleşir. Obsesif bir adam, hayatında her şeyi kontrol altında tutmak ister. Ancak depresyona girdiğinde, bu kontrol arzusu, Öteki’nin (patronu, eşi, arkadaşları) hazzı üzerindeki kontrolü sağlayamamasının yarattığı bir çıkmazı yansıtır. Öteki’nin kendisinden bağımsız bir şekilde haz alabileceği düşüncesi, onun için tahammül edilemezdir ve bu durum depresyonunu şiddetlendirir.

 

Bir diğeri ise arzudan vazgeçiştir. Lacan, insanın öznelliğini şekillendiren temel unsurların başında arzunun geldiğini savunur. Depresyon, öznenin arzusu ile olan ilişkisinin kopması ya da bu ilişkinin bastırılması sonucunda ortaya çıkar. Arzunun peşinden gitmemek depresif durgunluğa yol açar ve bu durum genellikle ilaç ile tedavi edilecek kimyasal veya durumsal olarak yanlış anlaşılır. Depresyon perdesinin arkasında oluşan bu durum, öznenin çoğunlukla toplumsal ya da ailesel özdeşimler aracılığıyla dayatılan "sahte arzulara" boyun eğmesiyle daha da derinleşir. Bir adam, üniversiteden mezun olduktan sonra ailesinin yönlendirmesiyle doktor olmuştur. Ancak yıllar içinde bu meslekte bir türlü tatmin olamaz. “Herkes benim başarılı bir doktor olduğumu söylüyor ama neden içimde hep bir eksiklik var?” diye düşünür. Bu adamın asıl arzusu, çocukluğundan beri resim yapmak ve sanatla uğraşmaktır. Ancak ailesel ve toplumsal özdeşimler (örneğin, “Bir erkek güçlü bir kariyer sahibi olmalıdır”) sebebiyle bu arzuyu bastırmıştır. Lacan’a göre, adamın bu bastırma hali depresyonu doğurur. Başka biri, “toplumun saygı duyduğu bir kişi olmak” arzusuyla yıllarca uğraşır. Ancak bu arzu, aslında ona dayatılmış sahte bir arzudur. Bu uğurda kendini tükenmiş hisseder ve sonunda depresyona girer. Oysa gerçek arzusu, bir kırsal bölgede sakin bir yaşam sürmektir. Gerçek iyileşme, öznenin kendi gerçek arzularıyla yeniden bağ kurmasını gerektirir.

 

Her üç görünümde de temel mesele, öznenin bilinçdışı dinamiklerini keşfetmesi ve kendi arzularını kabul etmesidir. İyileşme sürecinde öznenin, depresyonun ardında yatan çatışmaları fark etmesi, bunlar üzerine konuşması, kendi öznel arzusunu tanıması ve bu arzunun peşinden cesaretle gidebilmesi büyük önem taşır. Lacan, bien-dire'in psikanalitik sürecin etik ve terapötik hedeflerinden biri olduğunu vurgular. Bu, öznenin hem dil hem de bilinçdışı yoluyla kendini yeniden inşa etmesini sağlar. Bien-dire, yalnızca ‘doğru söz/söyleme/konuşma’ ya da dürüstlük anlamına gelmez; aynı zamanda öznenin bilinçdışıyla uyum içinde olmasını ve arzularını kabul etmesini ifade eder. Bien-dire, doğru bir şekilde kendi gerçeğini ifade etmeyi temsil ederken, mal-dire (kötü söyleme) yanlış anlamlandırmaları, arzunun bastırılmasını ya da eksikliği dile getirememe durumunu ifade eder. Özne, bien-dire yerine mal-dire’de sıkıştığında, depresyon ya da diğer semptomlar aracılığıyla bu sıkışmışlığını ifade eder.

 

Peki, depresyonda aktif bir şekilde arzu etmeyi bırakmış özne için, depresyonun içinde bir haz saklı olabilir mi? Bunun olabilmesi mümkündür; depresyonun ardında bir jouissance yatıyor olabilir. Bu tür “edilgenlik” durumunda öznenin kendi acısında inat etmesi bundan haz alabileceği aktif bir direnç olarak da yorumlanabilir. Slavoj Žižek (2010) gibi düşünürler, depresyonu kapitalist sistemin dayattığı "mutluluk" ve "tüketim" emirlerine karşı bir “direniş” olarak da yorumlar. Kapitalist düzen, bireyleri sürekli olarak "daha fazlasını istemeye" ve "sürekli mutlu olmaya" zorlar. Bu düzenin içerisinde depresyon, öznenin bu şekilde yaşamak istemediğinin bir ifadesi olabilir. Ancak bu direniş, bilinçsiz bir şekilde yapıldığı için, özne için genellikle acı vericidir. Vanheule (2016), kapitalist söylemi, arzuya sahte çözümler olarak tüketilebilir nesneler sunan, yapısal eksikliğin sistemik bir şekilde önlenmesi olarak tanımlar. Bu, özneyi sembolik yerinden yabancılaştırır ve arzuyu kompulsif tüketimle değiştirerek depresif durumları şiddetlendirir. Bu söylemsel değişim, Lacan'ın etiğinin temel taşlarından biri olan arzuyla gerekli yüzleşmenin önünü keser. Kapitalist çerçevede depresyon patolojikleştirilir, yapısal kökleri göz ardı edilir. Malichin (2014) bunu, özneyi öznel nedensellikten daha da uzaklaştıran varoluşsal acının tıbbileştirilmesini eleştirerek detaylandırır. Biyopolitikanın ve kapitalist mantığın ağırlığı altındaki çağdaş özne, sembolik ve hayali iskelelerden arındırılmış bir yaşam olan *homo sacere indirgenmiştir. Depresyon burada metalaşmaya karşı bir direniş anlamına gelir, ancak umutsuzluk içinde kemikleşme riski taşır.

Kapitalist modernitede özne ikili bir kayıpla karşı karşıyadır: simgesel demirleme (ana söylemin görünüşü - varoluşun karmaşasının sembolik düzenle bir ölçüde stabilize edildiği çerçeve) ve  arzuya karşı etik sorumluluk. Swales'in (2024) metninde klinik vinyetleri aracılığıyla incelenen depresyon, bu kayba karşı hem semptom hem de protesto işlevi görür. Kapitalist sistem bu protestoyu bile metalaştırır, sürdürdüğü acıyı yok etmek için tüketim (ilaçlar, dikkat dağıtıcı şeyler) reçete eder.

DSM, depresyonu semptomatik bir hastalık olarak görürken, Lacancı bakış onu öznenin kendi öznelliğini anlamlandırma çabası olarak ele alır. Bu bakış açısı, depresyonun sadece "tedavi edilmesi gereken" bir durum olmadığını, aynı zamanda öznenin kendi arzularıyla ve eksikliğiyle ile ilgili konuşabilmesi ve sorumluluğunu almaya başlayabilmesi için bir fırsat sunduğunu gösterir. Lacancı yaklaşım, depresyonu bir patoloji olarak damgalamaktan çok, öznenin kendi hakikatine yaklaşma süreci olarak anlamlandırır.

Lacancı klinisyenler için yapılabilecekler ise şöyle olabilir: Depresif hastalarla analize başlamak, onların Öteki'nden ayrışmalarını ele almayı ve simgesel kapasitelerini yeniden canlandırmayı gerektirir. Analistler hoşnutsuzluğun dile getirilmesini kolaylaştırmalı ve hastayı analitik sürece dâhil etmek için “histerizasyon” kurmalıdır. Deneyimlerin sembolik çerçeveler içinde adlandırılması ve ilişkilendirilmesi durgunluğa karşı koyar ve dönüşümü başlatır. Bununla birlikte yapılabilecek şey, kapitalizmin kesintisiz, tüketilebilir kimlikler talebine meydan okuyarak, eksikliğin, bölünmenin ve jouissance'ın ifade edilebildiği bir alan aracılığıyla öznenin Gerçek'e erişimini yeniden sağlamaktır. Analistin görevi, depresif konuşmanın göstergelerini çözmek, duygulanım tarafından maskelenen yapısal çatışmaları ortaya çıkarmaktır. Bu süreç, kapitalist söylemin bilinçdışını susturmasına karşı çıkarak özneyi arzuya doğru yeniden yönlendirir. Lacancı klinisyenler,  öznenin bilinçdışıyla karşılaşabileceği bir alanı teşvik etmek, modernitenin yabancılaştırıcı güçleri arasında arzunun kayıp nedenini geri kazanmak için çalışabilir. Bu angajman, hem deneyimin biyomedikal düzleştirilmesine hem de öznelliğin metalaştırılmasına direnerek, kapitalist söylem çağında psikanalizin etik sorumluluğunu yeniden tesis eder.

 

*homo sacer: Agamben'in kavramı - Agamben'e göre, "homo sacer," hem yaşam hem de ölüm üzerinde tam bir kontrolü olan bir varlık olarak tanımlanır. Hukuki çerçeve içinde korunmayan, ancak yine de bu çerçevenin sınırları içinde kontrol edilen bir yaşam formudur. Ayrıca, homo sacer, toplumsal ve sembolik bağlarından sıyrılmış, yalnızca biyolojik varlığıyla tanımlanan bireyi ifade eder. Bu birey, sembolik anlamda bir öznellikten ziyade, "çıplak yaşam" düzeyinde bir varoluşa indirgenmiştir.

 

Kaynakça

 

Lacan, J. (1975). Intervention dans la séance de travail << Sur la passe >> du samedi 3 novembre 1973, Lettres de l’Ecole freudienne, 15, 185 - 193

 

Lacan, J. (1990). Television (1974), çev. D.Hollier, R.Krauss, A. Michelson. New York: W. W. Norton & Company

 

Malichin, A. (2014). What Depression? Or The Elimination of the Subjective Causality of Pain?, The Open Pain Journal, 7(1), 59–66.https://doi.org/10.2174/1876386301407010059 

 

Swales, S. (2024). Depresyon yeniden gözden geçiriliyor: Bien-dire, nevrotik çatışmalar ve arzu (P. Garan, Çev.), Lacan Depresyon ve Melankoli Hakkında Ne Dedi? içinde. Axis Yayınları. (Orijinal metin 2023'te yayımlandı)

 

Vanheule, S. (2016). Capitalist discourse, subjectivity and Lacanian psychoanalysis. Frontiers in Psychology, 7, 1948. https://doi.org/10.3389/fpsyg.2016.01948

 

Vanheule, S. (2024). Gösteren ve Gerçek Arasında: Depresif Deneyimler Üzerine (P. Garan, Çev.), Lacan Depresyon ve Melankoli Hakkında Ne Dedi? içinde. Axis Yayınları (Orijinal metin 2023’te yayımlandı)

 

Žižek, S. (2010). Living in the End Times. Verso Books.

 

Gülşah Yavuz

Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist

bottom of page