Uzman Klinik Psikolog
Blog
Belirsizlik
Belirsizlik, kaçınılmaz bir gerçek... Çünkü insan hayat içinde ne tam olarak istediğini bilebilir ne de diğerlerinin arzularını tam anlamıyla kavrayabilir. Öznenin karşısında duran şey, hep bir eksikliktir, hep bir boşluk. Bu boşluk, arzunun beslendiği kaynak ama aynı zamanda huzursuzluğun, endişenin de derin kaynağı. Belirsizlik, bir şeylerin hep eksik kalacağı, hiçbir şeyin bütünüyle güvence altında olamayacağı gerçeği..Lacan’ın Gerçek’i, bu belirsizliğin en saf haliyle tezahür ettiği yer—ne kavranabilir, ne anlatılabilir, ne de kontrol altına alınabilir. Hep orada, her şeyin ardında, sessizce mevcuttur.Belirsizlikle yaşamak, öznenin bu gerçeği kabul etmesiyle başlar. Özne, simgesel düzenin getirdiği yapıların, anlamların, ve yasaların eksikliğini bilir, çünkü simgesel, Gerçek'in karşısında her zaman eksik kalır. Her kelime, her anlam, gerçekte kaçan bir şeyin, dile getirilemeyen bir şeyin üzerinde durur. O halde, belirsizlikle yaşamak, bilinmez olanı, açıklanamayanı kabullenmektir—ama pasif bir teslimiyetle değil, aksine, aktif bir ilişki kurarak. Belirsizlik, insanın her daim karşı karşıya olduğu bir uçurum; özne bu uçurumdan korkmak yerine, onunla yan yana yürümeyi öğrenebilir.
Belirsizliğin getirdiği endişe, aslında arzunun yakıtıdır. Arzu her zaman başka bir şeye yönelir, çünkü özne aradığı şeye hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamayacağını bilir. Ama tam da bu erişilmezlik, arzuyu canlı tutar. Belirsizlik, arzunun hareket alanıdır, özneye sürekli bir arayış içinde olma özgürlüğü verir. Her şey kesin olsaydı, arzu da sona ererdi. O yüzden, belirsizlik, aynı zamanda yaratıcı bir alan sunar; özne, bu bilinmeyenin içinde kendi varoluşuna anlam katmaya devam eder.Belirsizlikle yaşamak, daima tamamlanmamış bir hikâyede yaşamak gibi... Her şey mutlak cevaplar ve kesinlikler üzerine kurulmuş olsaydı, hayatın şiirselliği de kaybolurdu. Belirsizliğin kaotik ritmine uymak... Arzuların peşinden gitmek, eksikliği kucaklamak ve boşlukla dans etmek—işte belirsizlikle yaşamak budur. Hayatın her adımında bir boşlukla karşılaşmak, ama bu boşluktan korkmak yerine onun içinde hareket etmeyi öğrenmek, insanın kendi varoluşunu daha derin bir biçimde deneyimlemesine olanak tanır.
Affetmek
Affetmek, geçmişi silmek ya da kırılanı onarmakla değil, simgesel düzendeki onarılamaz çatlakla yüzleşmekle ilgilidir. Merhemden ziyade imkânsız olanla bir hesaplaşma... Acının pürüzsüzce silinmesi değil, asla tam olarak kapanmayan bir yarayla yapılan hassas bir dans... Affetmek, ötekinin kusurluluğuyla kendi kusurluluğunun bir yansıması olarak yüzleşmektir; burada özne eksiklik gerçeğiyle karşı karşıyadır: kendindeki eksiklik ve Öteki'ndeki eksiklik. Gerçek affetme, ideali yeniden tesis etmez ama asla doldurulamayacak olan boşluğu kabul eder. Bu, egonun adalet veya telafi talebinin ötesine geçen, bunun yerine arzunun ve suçluluğun tarifsiz yaralarının açığa çıktığı Gerçek'e dokunan bir eylemdir. O halde affetme barıştan ziyade, Öteki'nin de tıpkı kendisi gibi bu temel eksiklikle damgalanmış olduğunu kabul etmekle ilgilidir. İyileşmek için affetmeyiz, çünkü iyileşmek sağlam bir şeye geri dönmeyi gerektirir. Affetme, onarma fantazisinden vazgeçme, yaranın kendisinin varlığın dokusunun bir parçası olduğunu kabul etme eylemidir. O halde affetmek, Öteki'nin insandan daha fazlası olması talebinden vazgeçmektir. Hepimizi tanımlayan eksikliğin önünde kırılgan bir dayanışma sunmaktır. Kaybedilen uyumu geri kazanmak için değil, bütünlüğün bir mit olduğu ve sevginin çatlaklarda bulunduğu varoluşun parçalanmış doğasını kucaklamak için affederiz.
Sömürgeci "Bakış"
Lacan’ın "bakış" kavramı, başkalarının bizi nasıl gördüğünü fark ettiğimiz anın ruhsal derinliklerini açığa çıkarır. Bu bakış, yalnızca bir göz teması değil, aynı zamanda özne ile nesne arasındaki karmaşık ilişkilerin ifadesidir. Sömürgecilik bağlamında bu bakış, sömürgeci tarafından yöneltilen ve sömürülenlerin kimliklerini şekillendiren bir güç mekanizmasıdır. Sömürülenler, sömürgecinin gözünden kendilerini görmek zorunda bırakılırlar, bu da kimliklerinde derin bir yarılma ve yabancılaşma yaratır.
Bu durum, öznelliğimizin sömürgeci bakış altında nasıl şekillendiğini düşündürür: Siz, kendinizi nasıl görüyorsunuz? Sömürgeciliğin/kapitalizm kültürünün/Batılı bakışın etkisiyle öznel algınızda ne tür değişiklikler yaşamış olabilirsiniz? Kendi bakış açınızı geri kazanmak ve özneliğinizi yeniden inşa etmek için hangi adımları atabilirsiniz?
Bu sorular üzerinde düşünmek, emperyalist kültürün derin ruhsal etkilerini ve kendimizi keşfetme yolunda neler yapabileceğimizi anlamamıza yardımcı olabilir.
Darian Leader, bu soruyu alıntıladığım metinde arzunun temsilinin suça nasıl da yakın olduğunu ele alır. Arzu kriminalize edilir veya aşk, evlilik ve bebek yapma ile ıslah edilir. Yazar, burada yemek ve yiyeceklerle ilgili de bir örnek verir. Aile, eğer yemek ile ilgili ne, ne zaman, ne kadar yenecek gibi belirli kurallara sahipse orada bir sistemden kaçan, kuralları çiğneyen bir yeme biçimi çocuğun hayatının parçası haline gelebilir.
Ebeveyn kurallarının pasif alıcısı olması beklenenler için ise bir şey istenirse, o şey suçluluk ile birlikte aşırılık olarak görülecektir. Her isteyişinde "Çok fazla şey mi istiyorum?" diye sorgulayan çocuk için arzu, istemediği biçimde ortaya çıkan, yasaklanan, aşırı bir şey olarak görülür. Sonuç, paralize olma, hareket edememe, istememe ya da tam tersi, çok fazla uyarılma, bağımlılık...
Kaynak: Darian Leader, Cinsellik Seksten mi İbaret?, Encore Yayınları, 2023
Lacan'a göre, ana-gösteren (S1) ve bilgi zinciri (S2) arasındaki karşıtlık, ego ideali ve süperego arasındaki karşıtlıkla örtüşmektedir. Süperego, S2'nin tarafında yer alır ve bilgi zincirinin bir parçasıdır. Bu bilginin en saf tezahürü ise "akıldışı suçluluk hissi" olarak karşımıza çıkar. Nedenini bilmediğimiz, hatta yapmadığımızdan emin olduğumuz eylemler için bile suçluluk hissederiz.
Freudcu çözüme göre bu hissin arkasında yatan şey şudur: Bilinçdışı arzularımız yüzünden suçluluk duyarız. Bilinçli egomuz bu arzulardan haberdar değildir (veya haberdar olmak istemez), fakat süperego "her şeyi görür ve bilir". Bu nedenle bilinçli farkındalığımızın dışında kalan arzularımızdan bile sorumlu tutuluruz.
Žižek, Yamuk Bakmak (2022) kitabında şöyle devam eder: "Demek ki bilinçdışının vahşi, gayri meşru dürtülerle dolu bir tür “rezerv” olduğu şeklindeki bildik kavrayışı bir yana bırakmamız gerekiyor: Bilinçdışı aynı zamanda (insanın içinden “öncelikle” demek bile geliyor) travmatik, acımasız, kaprisli, “anlaşılmaz” ve “akıldışı” bir yasa metninin parçalarıdır, bir dizi yasak ve buyruktur da. Başka bir deyişle, “normal bir insanın, yalnızca inandığından çok daha ahlaksız olmayıp aynı zamanda bildiğinden çok daha ahlaklı olduğu şeklinde, paradoksal bir önermede” bulunmamız gerekir.”
Görseldeki yazının çevirisi: "Umarım olmadığın her şey için kendini affedersin."
Kaynak: Slavoj Žižek, Yamuk Bakmak, 2022, Metis Yayınları, syf 203
Geleneksel bakış açısı ile bilinçdışının; anneye sahip olma, babanın yerine geçme veya onların sevgisini kazanma gibi belirli isteklerle şekillendiği düşünülürdü. Bu isteklerin ensest tabusu ile birlikte yasaklanmasıyla arzunun oluştuğu anlamı çıkarılırdı. Zamanla bu anlayış değişti. Sonraki çalışmalarda ise savunulan şöyledir: Bilinçdışının asıl içeriği, isteklerden çok ihmal ve mahrumiyetten oluşur. Ebeveynlerimizin ve bakımverenlerimizin bizi terk etmesi veya ihtiyaç duyduğumuzda yanımızda olmamaları ruhumuzda boşluklar yaratır. Biz de bu boşlukları, ilk kuşak analistlerin üzerinde durduğu somut arzularla doldurmaya çalışırız. Böylece arzu, ebeveynlerin eksikliğinin yarattığı uçurumu uzak tutmak için bir savunma mekanizması haline gelir.
Kaynak: Darian Leader, Cinsellik Seksten mi İbaret?, Encore Yayınları, 2023