top of page
c2f402c1af8276cc1e4a3a9e18529d58.jpg

Hayatın Dönüm Noktaları: Eksikten Yaratıcılığa

1 Nisan 2024

Hayatın akışını değiştiren ve bizi derinden etkileyen pek çok durum vardır. Bunlar; zorlu bir hastalığa yakalanmak, bir kaza geçirmek, sevdiklerin ve yakınların kaybı gibi deneyimler olabilir. Bu tür travmatik deneyimler hayatın dönüm noktaları gibidir. Sanki hayatın yeni bölümü başlar ve ruhsal bir uyanış gerçekleşir.

 

Dönüm noktaları kendi içerisinde hayatla, hayatın anlamıyla, yaşam ve ölümün gerçekliğiyle bir yüzleşmeyi barındırır. İnsan aslında sandığı kadar güçlü olmadığını, kırılganlığını, savunmasızlığını fark eder. Hiç beklenmedik bir anda, kendi kontrolünün dışında gerçekleşen bir dizi olay ile hayatın belirsizliğine ve bunun karşısında kendi çaresizliğine tanık olur. Hayatın gözden geçirildiği, geçmişin ‘keşke’leri ve geleceğin gerçekleşemeyecek hayalleri arasında geçip giden düşünceler bir kayba işaret eder.

 

Bu yazımda dönüm noktalarını Lacanyen bir bakış açısı ile ele alıyorum. Yazıyı tasarlamaya başladığım sıralarda, kansere karşı uzun savaşlar veren ve geçen yıl kaybettiğimiz Fin asıllı Kanadalı filozof ve toplumsal cinsiyet alanında profesör olan Mari Ruti’nin Brokenness of Being (2023) metnine denk geldim. Fiziksel ve ruhsal bir savaşın içerisinden geçerek bizlere, öznel deneyimlerine dayanan ve Lacanyen teori ile harmanlanan harika bir metin bırakmıştı. Ben de bu yazımı ona ithaf ederek aşağıda onun metninde öne çıkan noktalara pek çok kez değiniyorum.

 

Dönüm noktalarının tam bir temsili olarak düşünülemese de Lacanyen teorinin merkezinde bulunan eksik kavramına; insanın merkezinde, özünde bulunan ve telafi edilemeyen bir eksiklik düşüncesine atıfta bulunmak, dönüm noktalarının bize sunduğu hakikati ele alabilmemizi kolaylaştıracaktır. Lacan’a göre, öznelliğimiz bir eksik, hayal kırıklığı ve yoksunluk hissi etrafında oluşmaktadır. Lacan (2015) ’ın öğretisinde herkesin varlığında bir eksik olduğu; bu eksiğin raydan çıkmış, yönünü kaybetmiş ve tedavi edilemez olma özelliği vurgulanmaktadır. Bu görüş, insanın içinde kapanmayacak bir yara gibi duran şeyi hissederken hiçbirimizin yalnız olmadığını göstermesi açısından bana her zaman rahatlatıcı gelmiştir. Burada bu eksikliğin tedavi edilemez oluşu ise aslında bir illüzyonun veya ulaşılamayanın peşinde koşmanın anlamsız olabileceğini düşündürür. Tamamlanma, bütünlenme, eksiksiz olma hayallerinin aslında ilüzyonel bir düşünce olduğu kabul edilip anlaşıldığında insan bu sefer kendi elindekilere dikkatini vermeye başlar ve ulaşılabilir olan hedeflere yer açar. Yine de burada bu kayıp veya eksiğin peşine düşmenin, sanki o eksiğin yerinde bir Şey varmış da kaybedilmiş ve bulunabilirmiş gibi hareket etmenin, bilinçdışı arayışlarımızı ve arzularımızı önemli ölçüde yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Bu Şey’i bulma arzusu ise sadece canlı nesnelere (Freudyen nesne) değil cansız nesnelere doğru da kendisini gösteriyor. Kapitalizmin tam olarak bu Şey konusunda tatmin sağlayacağına dair vaadi, bizim eskisini bir kenara bırakıp yenisine, daha iyisine yönelmemize yol açıyor ve daha çok istemeye başlıyoruz. Bu nesneler ise hiçbir zaman arzumuzu doyurmuyor ve Şey’in yerini dolduramıyor.

 

Bu konuda, dönüm noktaları ise belki durup düşünmek ve hem onarılmaz eksikliği hem de kapitalist girdabı fark edebilmek konusunda gerçekçi bir bakış sağlayabilir. Çünkü dönüm noktaları diye adlandırabileceğimiz deneyimlerde, birçok şey gibi kapitalizm adına değerli olan çok sayıda nesne de değerini yitirmektedir. Bunun yanı sıra, neoliberalizmin bileşenlerinden olan pozitif düşünme, umutlu olma, sürekli bir verimlilik ve üretkenlik arayışı ise sorgulanmakta ve reddedilmekte, bunun yerine gerçekçi bir bakış açısı benimsenebilmektedir. Biz ona değer atfettikçe oluşan hayatın anlamı, yok olur veya parçalanır ve özne bu konuda kaygan bir zeminde hareket etmeye başlar. Belki hayatında en önem verdiği şeylerin, ailesi, birkaç yakın arkadaşı ve kitapları olduğunu fark eder veyahut asıl mutlu edenin hayattaki bazı küçük anlar ve tesadüfler olduğunu öğrenir. Zorlu bir hastalığı atlatan birinin hayata bakış açısı değişirken, sevdiği birini kaybeden bir kişi daha merhametli ve empatik olabilir veya trafik kazası geçiren biri hayattaki önceliklerini yeniden değerlendirir.  Hayatı anlamlı kılacak şey anlaşılıp kabul edildiğinde ve ona saygı duyulduğunda alınan jouissance ise, herhangi bir somut nesneye sahip olmaktan çok daha fazla olacaktır.

 

Merkezde olan eksik, bu eksiğin arayışında olmak ve bu sebeple bir nesneye yönelmek, hayatı devam ettirmek adına gerekli bir işlev gibi düşünülebilir. Dönüm noktaları diye adlandırdığımız durumlar içerisinde kaldığımızda ve hayat, anlamını yitirir gibi olduğunda ise nesneye yönelme kapasitesinin hala devam ediyor olması büyük önem taşımaktadır. Yukarıda değindiğim gibi, özne bu sefer tüketim kültürünün sağladığı nesne bolluğundan büyülenmez, daha çok bir şeye karşı arzunun uyanması gerekir. Bu her ne ise, özneye dair bir şey, kendine özgü bir nesnedir. Kısmi tatminlerden çok; idealler, hedefler, özlemler, amaçlar gibi…

 

İşte tam da burada dönüm noktalarının panzehrinden bahsetmek gerek: yaratıcılık. Psikanalitik literatürde yaratıcılık daha çok yas ve melankoli ile birlikte anılır. Freud’un kaleme aldığı Yas ve Melankoli’ye göre, melankolik bir özne neyi kaybettiğini bilmez ve kaybettiği nesne ile özdeşleşir. Özne; eğer kayıp gerçekleşmeseydi ne olacağına dair bir olasılığı, geleceği, kayıp olmasa var olabilecek kendi versiyonunu yitirmenin hüznündedir. Melankolik özne, ideal nesneyle olan kayıp ilişkisini yaratıcılık ve sanat aracılığıyla yeniden kurmaya çalışır. Bu çaba, öznenin yeni ve özgün eserler üretmesine ilham verebilir. Bunun yanı sıra, Lacan öznelliğin merkezine eksikliği koymuştur ancak burada mevzubahis; eksilmiş, kaybolmuş, fantezileşmiş Şey’i bulmaya çalışmaktan, ilksel bir tatmini korumaktan ziyade, melankolik öznel yapıdan tatmin anları çıkarmaktır. Her özne temelde melankolik bir yapıya sahiptir. Melankoli, her insanda melankolik özneninki kadar görünür olmasa da dönüm noktaları olarak adlandırılabilecek deneyimlerde gün yüzüne çıkmaya meyillidir. Bu dönüm noktaları, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hissinin yaygın olduğu, gerilemenin yaşanabileceği, kaybolanın geri gelemeyeceği, fiziksel ve estetik anlamda yoksunluğun olabileceği durumlar olmasıyla, insanı temeldeki var olan hakikate yakınlaştırır. Dönüm noktaları kendi içinde bir dönüşüm, kendi gerçeğini açığa vurma ve yaratıcılık isteği barındırabilir. Dostoyevski, Suç ve Ceza’yı idam mangasının infazı ertelenince yazmaya başlamıştır. Freud (1917), Yas ve Melankoli’yi babasının ölümünden sonra kaleme alır. Frida Kahlo geçirdiği trafik kazası, hastalıklar ve ilişkisel problemlerin acısına bir panzehir olarak resim yapmayı tercih etmiş ve hem hayat öyküsü hem yeteneği ile dünyanın tanınmış ve ilham verici ressamlarından birisi olmuştur. Tüm bunlar, Lacan’ın teorisi açısından da şunu örnekleyebilir: Lacan merkeze eksik olanı koyarak karamsar bir teori oluşturduğu söylenerek eleştirilir ancak aslında o, öznenin sembolik manzarasını sonsuza dek yeniden oluşturabileceğini teorize eder. Dönüm noktaları da bize varoluşumuzun kırılganlığını ve aynı zamanda direncini hatırlatır. Bunlar, kayba rağmen var olabilmenin ve hayatımıza anlam katabilmenin, yeniden ve yeniden doğmanın bir yoludur. Gözyaşlarımızdan gökkuşağı inşa ettiğimiz gizemli bir pusula gibidir. Küllerinden doğmuş ve doğacak tüm Anka kuşlarına…

 

Kaynakça

 

Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia. The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud, 14(1914-1916), 237-258.

 

Lacan, J. (2015) The Seminar of Jacques Lacan, Book XIII: Transference, 1961–1962, Jacques-Alain Miller (ed.), Bruce Fink (trans.), Cambridge: Polity.

 

Ruti, M., & Neroni, H. (2023). The Brokenness of Being: lacanian theory and benchmark traumas. Angelaki, 28(6), 123-170.

 

Gülşah Yavuz

Uzman Klinik Psikolog & Psikoterapist

bottom of page